Köşe Yazıları

BİR YAZ GEZİSİ, YAŞANMIŞLIKLAR ZİNCİRİ VE İKİ NARİN CEYLANA DAİR

BİR YAZ GEZİSİ, YAŞANMIŞLIKLAR ZİNCİRİ VE İKİ NARİN CEYLANA DAİR

Dogan’ın misafirliğine gittim. Yarı Yunanlı ve yarı Dersimli olan Artemis ve Roza adlı iki kızını ilk kez orada gördüm.

“Bir eve gidersen, çocukların sana olan davranışlarına bak; ailenin senin hakkındaki fikrini öğrenirsin,” derler.

Bence çok doğru bir söz. Bunu Roza ve Artemis’te gördüm. En küçüğü ve henüz 18 yaşında olan Artemis, tabağındaki yemekleri benim tabağıma koyuyordu.
Bu güzelliği, enerjiyi ve aile bağını paylaşmamak haksızlık olur diye düşünüyorum.

Bırakın herhangi bir şeyi, “Paranı bile paylaşmıyorsan senin değildir,” sözünü kendime destur etmiş biriyim.

“Doğan’ımın dağ ceylanları” dediğim bu iki kızımızın şahsında bu aileyle olan bağımdan bahsedersem, bir yazı dizisi olur. Ama ben kısa başlıklarla geçeceğim:

Doğan ve kardeşi Hüseyin’le Ege’deki büyük bir operasyonda (yüzün üzerinde kişi gözaltına alındı) birlikte alındık. 60’a yakın kişi tutuklandık. Hüseyin de bunların içindeydi. Doğan’ı mahkemede bıraktılar.
Hapishaneye alındığımızda, “liderleri budur,” deyip, işkence koridoruna aldılar beni. Şubedeki yoğun işkence mesaisini, değirmen taşı gibi iri ve ağır kalçalarıyla kadın gardiyan Nn, göğsümün üstüne oturarak noktaladı.

İşlemlerin ardından maltayı geçtik ve koğuş kapısına vardık. İlk kez içerdeki yoldaşlarımızla karşılaşacaktık. Koğuş kapısının açılmasıyla, sakalı uzamış Heydo’nun maltaya fırlayıp “Patron Ağa devletini yıkacağız, Halk iktidarı kuracağız!” sloganını atmasıyla, onlarca insan her bir ağızdan slogana eşlik etti. Böylelikle işkencenin tüm “ağrıları” da silinip gitti adeta.

Kış ağzıydı. Sevdiklerimi zamansız kaybetmenin acısımıydı bilinmez, anlaşılmaz bir biçimde içim üşüyordu. Arkadaşlar yatağımı sobaya en yakın yere yapmışlardı. Hüseyin, yatağını bırakıp yanımda uyuyordu. Abisi Tekin, biz yakalandıktan bir ay sonra dört yoldaşıyla Pozvenk’te vurulmuştu. Arkadan sarılıp belimi ısıtıyordu. Tekin’in kokusunu mu arıyordu bende, yoksa içimdeki sızıyı mı almak istiyordu, sormadım bunu.

Küçük idrarımı yaparken gelen kan, fena canımı yakıyordu. Sedyeyle hastaneye götürme bahanesiyle, malta altında asker, polis ve gardiyanların toplu saldırısına maruz kaldım. Oradan hastane karakoluna götürdüler, aynı şeye orda da devam ettiler.

Yediğim dayaktan dolayı fena halde “rahatladım,” daha önceki ağrılarımın tümü geçti. Yüzüm gözüm mosmor olmuş şekilde koğuşa getirildim. Bir daha da hastaneye gitmedim.

YARASINI GÖZYAŞLARIYLA YIKAYAN AMCA

Tekin’in vurulmasından sonra Doğan ve Hüseyin’in babası Satoğlu, ziyaretimize geldi. Yıkılmış bir duvar gibi omuzları düşmüştü. Bir lahit gibi eski ve güzeldi yüzü. Tütünden sararan gür bıyıkları arada bir oynuyordu, konuşmuyordu, daha fazla susuyordu. Bir oğlu vurulmuş, Hüseyin ise bizimle tutsak düşmüştü. Doğan ise firariydi. Bu firarilik hayatında da bir gün olsun desteğini esirgemedi benden. İçteki ihanete ve kuşatmaya karşı en etkili tavrı aldı. Kendisine çok şey borçluyum.

Namı değer Satoğlu amca, yarasını gözyaşlarıyla yıkamıştı adeta. Oğlu Tekin’in o güzel yüzü, Aralık ayının soğuk zeminine düştüğü vakit, çığlık atıp ebediyen susmuştu sanki. Sadece tepeden tırnağa göz gezdiriyordu bakarken. Hayatın attığı sille yetmiyormuş gibi oğullarının içine celladın kılıcı girmişti. Yanacağı, kaygı duyacağı ve düşüneceği evlatlarını korumanın verdiği yorgunluktan olsa gerek, sadece bedeniyle konuşuyordu. Lakin belki de susmak en iyi çözümdü onun için; zira yanağına gözyaşı düşse, silecek bir oğul eli de yoktu yanında.

Her ilke bir yargı, her yargı ise bir tecrübenin sonucudur. Keşke bu yargı, tücrübe ve farkındalığın zerresi olsaydı da daha fazla konuşsaydım kendisiyle…

HİKÂYENİN ORTASINA YİNE HÜSEYİN

Devlet, iki yıl önce bulunduğumuz alana saldırarak 3, Ulucanlar’da 10 ve yine Diyarbakır’da 10 tutsağı çivili ve demir sopalarla katletmişti.

Bu tür katliamların önüne geçmek için devrimci yapıların aldığı ortak karar:

“Bir yere saldırı olursa, cezaevindeki tüm bileşenler ortak tavır alarak harekete geçecek!”

Ümraniye Cezaevi’ne yönelik yapılan katliamı durdurmak için devletin hâlen bilmediği –hiçbir zaman da bilemeyeceği– bir sistemle kilitli koğuş kapısı patlatıldı.
Hazırlıksız yakalanan devlet, 3 müdür, kadın gardiyanlar ve 16 erkek gardiyanı bize esir verdi.

Bu beş kadın gardiyanın içinde Nn da vardı. Etrafını saran ve gözlerinden ateş fışkıran devrimci kadın tutsakların arasında bir yaprak gibi titriyordu. İşkencecimle karşı karşıyaydım. Göz göze geldik. O iri gövde, küçülüp incir çekirdeğine girme utancı içindeydi. Ama o koca gövde, yıllar önce göğsümün üzerine oturarak nefesimi kesmişti. Ama şimdi elimizdeydi ve herşeyiyle teslim olmuştu. Ve daha sonra Nn, işkence yaptığı kurbanına aşık oldu. Tersine işleyen bir Stokholm sendromu…

Devletin, herhangi bir anti-propaganda yapmaması için kadınları bırakıldı. Diğerlerini, katliamın durdurulması şartıyla elimizde tutmaya devam ettik.

Ümraniye’de katliam durmuştu, fakat düzenlenen operasyon sonucu 4 devrimci tutsak hunharca katledilmişti.

ÖNLENEN TOPLU KATLİAM

Bu kez başka bir sorun çıkmıştı.
Rehin almayı aktif örgütleyen bir yapı, aldığı merkezi bir kararla müdürlerden başlayarak cezalandırma yapacaktı.
Bu hareketin sorumlusu dostum, siper yoldaşım ve aynı zamanda benim için kıymeti kelimelerle ölçülmeyecek dost, kararı açıkladı.

“Talimat var, uygulayacağız,” dedi.

Şiddetle karşı çıktım. Fakat çaresi yoktu.
O da “Sen onay ver, diğer devrimci örgütler umurumuzda değil,” dedi.

Rehineleri cezalandırmak, içeride ve dışarıda kan gölü yaratmak için devletin arayıp da bulamadığı bir bahane ve zemin oluştururdu.

Ayrıca teslim olan kişi ya da kişiler öldürülmezdi.

Birbirimizi ikna edemeyince, yoldaşlarıma, gardiyanların başında nöbetçi olarak kalmalarını söyledim.

Bunun üzerine ikinci gün birinci müdür, beni çağırarak açıktan hedef alarak kışkırtmaya çalıştı.

Akşama doğru yüzlerce özel giyimli, kasklı, maskeli özel timi ve askeri arkasına alan alay komutanı, görüşme için meydan okudu. Olay üçüncü güne evriliyordu ve herkes çok gergindi.

Meydan okumaya karşın barikatın diğer tarafına geçtim. Bu meydana okumaya karşılık vermekti. Yüzlerce ceset torbasıyla gelen katliamcılarla karşılıklı birbirimizi süzdük. Araya gardiyanlar girdi. Öylece aralarından geçip devlet heyetiyle görüşmeye gittim. Çeşitli illerden avukatlar gelmiş, hazır bekliyorlardı. Daha sonra diğer temsilciler de dahil oldu.
Başarmıştık, kolluk güçleri geri çekilecekti. Böylelikle binlerce tutsağın can güvenliğiyle birlikte rehin gardiyanların da can güvenliği sağlanmıştı.

Geri döndüğümde, yoldaşlarım ve siper yoldaşlarım barikatın diğer tarafında fena gururlanmışlardı. Bunların başında ise elbette ki Hüseyin geliyordu. Zazaca,“Şeytane kor vano” (Kör şeytan diyor ki) diyerek, meşhur gülümsemesiyle yine gururla yanımda duruyordu.

KAVGANIN EMEKÇİLERİ

Kalemlerimizin kendi yatağını bulduğu ve demlendiği bir zamanda, Doğan’la biriken hikayeleri ve yaşanmışlıkları konuştuk. Bunları nasıl geleceğe mal edebiliriz? İlk görüştüğümüz gün ki gibi umudumuzun hâlen diri, inancımızın kabuk değiştirmesine rağmen içten içe canlı olduğunu gördüm.

Daha 12 yaşındayken, Axtük köyünden karın yoğun yağdığı bir kış vakti Hayrettin BAKIŞ, Kazım ÇELİK, Ağa ŞİMŞEK ve Kenan BOZKURT’un evimize gelmesiyle başlayan bu yolculukta, düşe kalka bugüne kadar geldim.

Ailemin bir kısmını bu mücadele içinde kaybettim, fakat binlerce ailem oldu.
Bu kültüre ait olanların evine kendi evim gibi giderim.

Her evde aynı olmasa da kendimi rahat hissederim. Fakat bazıları ise evim gibidir, sadece anahtar yoktur bende. Tıpkı Hozat Zımekli Koç ailesi gibi. Artık o aile bireyleri birer aile ferdi gibiler. Acıları acınız, sevinçleri sevinciniz, başarıları ise sizin başarınız olur.

Koç ailesinin yarı Yunanlı aile bireyleri, beni daha önce hiç görmemelerine rağmen, girişte de dediğim gibi, özel anıyı, güzelliği ve anlamlı şeyi sizlerle paylaşmamak haksızlık olurdu. Bu sahne çok etkiledi ve duygulandırdı beni.

Bir kez daha hayata/mücadeleye kattığım değerlerin ve ödediğim ağır bedellerin boşa gitmediğini gördüm. Doğan şahsında bu güzelliği bize armağan eden tüm kavga emekçilerine ve hak sahiplerine teşekkür ediyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir